Eyüp Murat Kurt: “Ali Suavi, Namık Kemal, Hersekli Arif Hikmet Efendi ve Ziya Paşa gibi kişiler aracılığıyla ortak ve tutarlı bir şekilde kullanılan rüsum, anane ve örf gibi kavramlara rağmen ‘gelenek’ kavramının sınırları belirsiz kaldığı için, bu kavramı bir analiz birimi haline getirmeliyiz.”

Samsun Üniversitesi (SAMÜ) Düşünce ve Sanat Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (DÜSAM), düzenlediği panel kapsamında, 3 Haziran 2023 tarihinde, gelenek olgusu ve düşünce tarihi üzerine araştırmalar yürüten Eyüp Murat Kurt’u ağırladı. Programda “Gerçek mi, İnşa-İcad mı, Söylem mi; Düşünce mi, Eylem mi Yapı mı? Tarihte ve Sosyal Bilimlerde ‘Gelenek’ Kavramı, Düşüncesi ve Geleneksellik” başlığı etrafında özgün bir konu masaya yatırıldı.

Dünya literatüründe ve Türkiye’de geleneğin bir kavram ve analiz birimi olarak nasıl bir seyir izlediğini açıklayan çalışmasından bahseden Eyüp Murat Kurt, gelenek kavramının sözlükte kullanımına değindi. Kurt, Türk Dil Kurumu’nun 1942 yılında adet, örf, anane yerine mezkûr kavramı kullandığını ve belirlenen içerik sayesinde gelenek kavramı üzerinden toplumsal değişimin gözlenebileceğini ifade etti. Kurt, ikinci önemli nokta olarak Hilmi Ziya Ülken’in 1935 yılında kaleme aldığı kitapta gelenek kelimesinin yer almadığını ancak aynı kitaba 1947 yılında yazılan önsözde gelenek kelimesine yer verildiğini işaret etti. Kurt, mezkûr metinde örf, adet, anane gibi benzeri kullanımların da yer aldığını ancak gelenek kavramının da bu kelimelerin yanı sıra kullanılmaya başlandığını gösteren bu örnekten sonra üçüncü bir bağlam olarak 1980’lerden günümüze kadarki zaman dilimine değindi. Kurt, “özellikle 19. yüzyıl Osmanlı’sına eğilen literatürde geleneği nasıl ele aldığımız ve ona nasıl baktığımız, sosyal bilimlerin bütün alanlarını ilgilendiren gelenek çalışmalarında son durumumuzun ne olduğu üzerine düşünmemiz önemli” dedi.

Kurt, Edward Shils’in hâlen Türkçe’ye tercüme edilmemiş olan Gelenek (Tradition) adlı kitabına referans vererek mezkûr metnin gelenek çalışmalarında yeni bir sayfa açtığını dile getirdi ve şu değerlendirmede bulundu: “Geleneğin, 1970’lerde başlayan bir anlayışla, modernitenin karşısında olmamasını görüyoruz. Aydınlanma’nın hasıraltı ettiği, sosyal bilimci ve tarihçilerin gelenek çalıştıkları için örselendiği zamanlardan farklı bir seyir izlenmeye başlandı. 1967 yılında Joseph R. Gusfield’in bir makalesiyle (Tradition and Modernity: Misplaced Polirities in the Study of Social Change) ilk taş atılmış oldu. Bu makalede pozitivist ve organizmacı Aydınlanma düşüncesi ile modernitenin karşısına konulan gelenek ve gelenekçilik artık yeniden ele alınmaya başlandı. Hindistan örneği özelinde çalışan Gusfield, geleneğin şeytanlaştırılmış hâli üzerine eğilerek esasında geleneğin de olumlu, dönüştürmeci ve dönüşümcü bir etkisi olduğunu ilk kez ortaya koydu. Bu anlayışla başlayan gelenek yaklaşımı, 1970’lerde E. Shils ve diğer sosyologlarla beraber sosyal bilimcilerin gündemine girdi.”

Bahsi geçen sosyologları Clifford Geertz ve bazı antropologların takip ettiğini dile getirerek konuşmasını sürdüren Kurt, 1981 yılına gelindiğinde geleneğin artık olumlanan ve analiz işlevi gören, yorumsamacı bir olgu haline geldiğini dile getirdi. Shils’in açtığı yolla birlikte gelenek kavramının 1983 yılında Hobsbawm tarafından sahiplenildiğini ifade eden Kurt, bu dönemde gelenek kavramının artık tarihçilerin, antropologların, düşünce tarihçilerinin ve siyaset bilimcilerin de gündeminde sıklıkla yer alan bir fenomen haline geldiğini ileri sürdü. Kurt, buradan yola çıkarak geleneğin mezkûr yılla birlikte moderniteyi ve dönüşümü açıklarken başvurulan kavramlardan biri olduğunu ifade etti. Kurt, şu değerli tespiti ile kavramı ele almaya dair önemli bir dönüşümü işaret etti: “Hobsbawm’ın Geleneğin İcadı önemli bir anlayış getirdi. Bu kitapta gelenek, bir icattı. Yani ulus devletle ilgili eski, otantik ve sahici olan geleneklerin yerine artık sembol, ritüelle ilişkilendirilen, modern devletlerin ve iktidarın kullandığı araç ve aygıtlardan bahsediyor olduk. İcat edilmiş gelenek olarak literatürde yer eden bu kavrayış, geleneği anlamamızda otantik olana ya da düşünsel sürekliliği olana değil de icat edilmişliğe olan vurguyu artırdı. Selim Deringil’in çalışmalarını da bu bağlamda dikkate alırsak II. Mahmut ve Abdülhamit dönemindeki devletin siyasi aygıtlarının da yeniden icat olarak ele alındığını görebiliriz. Bu anlayış Osmanlı’ya tatbik edilerek Osmanlı literatürüne yerleşmiş oldu.”

Olumsuz imaları olan ve açıklayıcı gücünü yitirmekte olan gelenek kavramının yeniden içeriklendirilerek literatürde yer etmesi üzerinde duran Kurt, Şerif Mardin’in 1960’lardaki çalışmalarına ve “küçük gelenek/büyük gelenek” ayrımına değindi. Kurt, Şerif Mardin’in çalışmaları aracılığıyla geleneğin olumsuz şöhretinden kurtulduğunu ve literatüre bir analiz birimi olarak kazandırıldığını ifade ettikten sonra şu önemli noktayı işaret etti: “Ancak şöyle bir ikilem var. Bir analiz birimi olarak küçük gelenek ve büyük gelenek kavramsallaştırmasını kullanırken, düşünce olarak satır aralarında geleneğe dair olumsuz izlenimi sürmekteydi. Kavram olarak gelenek ile pozitivist düşünce dünyasındaki gelenek, satır aralarında farklılaşıyordu. Burada önemli olan geleneğin bir analiz birimi olarak kullanılabilmesi.”

Gelenek kavramının 1980’li yıllardaki serüvenine değinerek sözlerini sürdüren Kurt, “1980’lerde garip bir biçimde sosyalist cenahtan bir dergi çıkıyor. Bu derginin adı ‘Gelenek’. Daha sonra bu yıllar boyunca gelenek başlığı ile fazlaca çalışma görülmüyor. Ancak akademik olup olmadığı tartışmalı olsa da 1990’larla birlikte Mustafa Armağan’ın kitaplarına gelenek kavramının girdiğini görüyoruz. Modern dünyayı anlama ve açıklamada gelenek kavramına referans veriliyor bu yıllarda. Daha sonra 1996 yılında Beşir Ayvazoğlu tarafından kaleme alınan Geleneğin Direnişi adlı kitap neşredildi. Bu metinlerle birlikte geleneğe dair ne kutsayıcı ne de örseleyici bir çabanın yeşerdiğini görüyoruz. Bu çabalardan biri 1996 yılında İSAM’da yapılan konferanstı. Bu konferans Türkiye’de alanın uzmanları tarafından İslam geleneğini bir tarihsel olgu olarak gören ilk çalışmaydı. İslam, gelenek ve modernleşmeyi nasıl anlayabileceğimiz üzerine farklı alanlardan uzmanların söz söylemesi gerektiği düşüncesiyle gerçekleşen bu konferans önemliydi. Yine 1990’larda bu gelişmeler, modernite ve gelenek ile ilgili tercümeler ile devam etti.”

Konuşmasını gelenek kavramının 2000’lerdeki serüvenine değinerek sürdüren Kurt, Doğu-Batı Dergisi’nin Gelenek sayısıyla farklı cenahlardan kimselerin farklı gelenek anlayışlarını ortaya koyduklarını ifade etti. Kurt, bu sayede kavramın tarihsel, sosyolojik ve antropolojik analiz aracı olarak ele alındığını ifade etti.  Bu çalışmayla yaftaları olan gelenek kavramının artık Osmanlı, Türkiye ve dünya genelinde nasıl kullanıldığına dair merakın baş gösterdiğini belirten Kurt, kavramın tarihsel gelişimine dair farklı alanlardan ilginin olduğunu vurguladı. Kurt, kavramın Türkiye’deki son durumuna sözü getirerek şunları söyledi: “Türkiye’deki çalışmaları, Hobsbawm’ın teorisinin uygulayıcısı olarak Selim Deringil ile başlatabiliriz. Ancak Deringil için gelenek, yalnızca icat edilmişlikle alakalı. Onun haricinde otantik olan, muhafazacı ve geleneksel olanla ilişkilendirilebilecek bir gelenek kavramından bahsedemiyoruz. Bu anlayışın gelişmesi için gelenek literatürü, Bedri Gencer’in çalışmalarını bekledi. 2008’den sonraki yazılarında geleneği artık bir düşünce şekli olarak, geçmişten gelen ve toplumsal değişimi anlamak için kullanılan bir kavram olarak ele aldığını görüyoruz. E. Burke ve Ahmet Cevdet Paşa arasında kurduğu ilişkiselliğe baktığımızda, Cevdet Paşa ve sünnetullah gibi temalar üzerinden kurulan ilişkiyi incelediğimizde, geleneği Osmanlı geçmişini anlamamız için yararlı bir araç haline getirdiğini görüyoruz.”

Türkiye’de antropoloji literatüründe geleneğin hâlen icat edilmiş olma niteliğiyle kullanıldığını dile getiren Kurt, sosyoloji alanında gelenekselliği anlamlı bir analiz aracı olarak değerlendiren önemli çalışmaların olmadığını ifade etti ve şu değerlendirmede bulundu: “Sosyal bilimci ve tarihçilerin eğildiği en zor kavramlardan olan gelenek, sınırları çizilmez ve tanımlanmazsa, analitik bir araç olarak kullanılmazsa, bu çaba bize geleneği yalnızca kelime anlamıyla kullanmaktan başka değerli bir şey sunmayacaktır. Örneğin Şerif Mardin’in Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu adlı kitabında gelenekselcilikten bahsediliyor. Burada gelenek, modernite karşısında geçmişin kalıntılarını tanımlamakta kullanılan ve olumsuz anlam verilen bir ifade. Ancak biz bu anlamın neye tekabül ettiğini açıklamadığımız müddetçe, metinlerde ne kadar sık kullanıldığının bir anlamı yoktur. Osmanlı ve Türkiye çalışmalarında benim gözlemlediğim en büyük eksiklik budur. Son trendlerde gelenekselciliği, aşkıncı bir anlam etrafında görüyoruz. Dini hayatı kuşatan, modernitenin ürettiği marazları iyileştirmek için kullanılan ve bu haliyle mistifiye edilen bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlayışta yine geleneğin analiz birimi olarak ele alınmadığı görülmekte. Kavram setleriyle bakılmadığı sürece Osmanlı ve Türkiye’de geleneği anlamak imkânsız diyebilirim.”

Konuşmasını tamamlarken taklit, itidal, mutedil gibi kavramsallaştırmalardan yararlanan Kurt, Talal Asad’ın “söylemsel gelenek” olarak ortaya koyduğu kavram setinin 19. yüzyıl Osmanlı geleneğine yönelen çalışmalarda önemli bir araç olarak kullanılabileceğini ifade etti. Kurt şu sözlerle konuşmasını sonlandırdı: “Ancak şu soruyu sormak gerekir: Kimin söylemi? Devletin söylemi mi yoksa Batılı elitist Tanzimatçıların söylemi mi? Ahmet Cevdet Paşa gibi gerek devlet ricalinden olduğunu düşündüğümüz gerekse İslam’ı temsil ettiğini gördüğümüz kişinin söylemi mi? Burada kimin söyleminin olduğu analizi karmaşık hale getiriyor. Bu noktada benim kanaatime göre kavramların, Ali Suavi, Namık Kemal, Hersekli Arif Hikmet Efendi ve Ziya Paşa gibi kişiler aracılığıyla ortak ve tutarlı bir şekilde kullanıldığı ve bu kavramların rüsum, adet, anane olarak bir araya getirildiği ve paralellik gösterilen alanlarda yeniden yorumlandığı bir anlayış makbul olacaktır. Bu anlayışın haricinde gelenek kavramı oldukça yeni ve elastik. Eskiyi gelenek kavramıyla açıklarken ihtiyatlı olmak zorundayız. Artık her olgunun geleneği var ve bir gelenek enflasyonu söz konusu. Ancak anlamlı bir analiz birimi olarak neyi gelenek olarak ele aldığımızı düşünmemiz önemli olacaktır. Bunun yanı sıra gelenek kavramının tarihsel yorumlamada farklı olarak bize ne katacağına eğilmemiz gerekmekte.”

Aynı zamanda DÜSAM Youtube kanalında yayınlanan “Gerçek mi, İnşa-İcad mı, Söylem mi; Düşünce mi, Eylem mi Yapı mı? Tarihte ve Sosyal Bilimlerde ‘Gelenek’ Kavramı, Düşüncesi ve Geleneksellik” başlıklı konuşma, dinleyenlerin aktif katılımı, soru ve katkılarıyla sona erdi.

Öğrenci Destek Hattı