Nurullah Ardıç: “Tarihsel sosyoloji çalışmaları, sahte zorunluluk problemini aşarak ‘tarih, farklı yönlere akabilirdi’ dememizi sağlıyor.”

Samsun Üniversitesi (SAMÜ) Düşünce ve Sanat Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (DÜSAM), düzenlediği “Osmanlı-Türkiye Tarihi Çalışmalarında Tarih-Sosyoloji İlişkisi: Yöntem, Pratik (ve Öneriler)” paneli kapsamında, 3 Haziran 2023 tarihinde, İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde görev yapan Nurullah Ardıç’ı ağırladı. Nurullah Ardıç, panelin açılış konuşmasını gerçekleştirmek üzere “Ne ‘Kör Tarihçi’ Ne de ‘Sağır Sosyolog’: Tarihsel Sosyoloji Bize Ne Söyler?” başlığı etrafında dikkate değer bir konuyu masaya yatırdı.

Konu başlığını, kendisinin de hocası olan Michael Mann’den ilhamla belirlediğini ifade ederek sözlerine başlayan Nurullah Ardıç, Mann’e atıfla, sosyoloji ve tarihin birbirine muhtaç iki disiplin olduğunu ileri sürdü. Sosyolojik perspektifin yokluğunda tarihçinin sağduyu bilgisine mahkûm kalacağını ve bu nedenle önyargılardan uzaklaşamayacağını ifade eden Ardıç, tarihçinin böyle bir durumda, nesnesiyle arasına eleştirel mesafe koyamayacağını dile getirdi. Bununla birlikte yine Mann’den yararlanarak sosyologların da tarihi göz ardı etmemeleri gerektiğini vurgulayan Ardıç, araştırmacıların bu dengeyi kuramadıklarında önemli bir sorunla karşı karşıya kalacaklarını dile getirdi. Ardıç, olgulara çok fazla dalmanın araştırmacıyı körleştireceğini, teorinin ritimlerini çokça dinlemenin ise sağırlaştıracağını ifade etti. Buradan hareketle tarihsel sosyolojinin, tarihçilerin körleşmesinin, sosyologların ise sağır kalmasının önüne geçen bir alan olduğunu işaret ederek tarihsel sosyoloji alanının işlevine dair bir çerçeve çizdi.

1960’larla birlikte sosyologların birçoğunun tarihi gözden çıkaran bir eğilim gösterdiklerini ve “a-historic” bakış açısının hâkim olduğunu ifade eden Ardıç, bazı tarihçilerin de çalışmalarını benzer şekilde “a-sociological” sürdürdüklerini dile getirdi. Ardıç, bu bağlamda şunları söyledi: “Sosyologlar daha çok bugüne odaklandılar ve bugünden yola çıkarak genelleme yapmaya başladılar. Dolayısıyla tarihi yapanın insanların eylemleri olduğunu ihmal ettiler. Dolayısıyla tarihe kulak tıkayan -sağır sosyolog- olmayı tercih ettiler. Bazı tarihçiler ise geçmişe dalmanın yanı sıra yalnızca belirli olayları, -büyük adamların tarihini- yaparak, belirli faillerin eylemlerine odaklandılar. Bu nedenle de genel resmi bulma, büyük örüntüler keşfetme yönünde sorun yaşadılar.”

Ardıç, bahsettiği bu durumun önemli sonuçlarından birinin toplumsal değişimi ihmal etmek olduğunu ifade etti. Buradan hareketle, tarihçilerin yalnızca belirli bir zaman dilimini mercek altına almalarının, sosyologların ise yalnızca bugüne odaklanmalarının, sosyal değişim olgusunu görmelerinin önüne geçtiğini ileri sürdü. Sosyal değişimin hem tarihin hem de sosyolojinin temel konusu olduğunu ifade eden Ardıç, tarihsel sosyolojinin üç işlevini şu sözlerle ele aldı: “Bir tanesi ampirik açıklamalardır. Belirli konularda makro veya mezo seviyede ampirik örüntüler bulmaya çalışmaktır. İkincisi, bolca hatalar yapılmasına ve zor olmasına rağmen kavram oluşturmadır. Tarihsel sosyolojinin üçüncü temel işe yaradığı nokta ise mukayeseli açıklama ve buradan hareketle genelleme oluşturmadır.”

Tarihsel sosyolojinin geçirdiği aşamalara değinerek konuşmasını sürdüren Ardıç, bu alt disiplinin gelişiminde beliren iki büyük dalgadan bahsetti. 19. yüzyılda gözlenen ve kurucularının Montesquieu, Tocqueville, Marx, Durkheim ve Weber olduğu birinci dalganın, fail ile ilgilendiklerini vurgulayan Ardıç, mezkûr isimlerin temel ilgi alanlarının Fransız İhtilali, İngiliz Sanayileşmesi, Amerikan Demokrasisi, Alman ulus inşası olduğunu hatırlattı. Ardıç, sosyolojinin kurucu figürlerinin, büyük soruların peşine düşerek doğrudan tarihsel sosyoloji olarak tasnif edilebilecek çalışmalar ortaya koydukların dile getirdi. Yapısal işlevselcilikle birlikte sosyolojinin tarihten koptuğunu dile getirerek konuşmasını sürdüren Ardıç, başta Amerika olmak üzere ana akım sosyolojiyi baskılayan yapısal işlevselciliğe değindi. Bu bağlamda N. Elias ve diğer bazı araştırmacıların tarihsel sosyoloji örneği olabilecek çalışmalar üreterek bahsi geçen durumu aşmayı denediklerini belirtti. Ardıç, ikinci dalganın öncüleri olarak R. Bendix ve TH. Marshall’a değindikten sonra 1950’lerden bugüne kadar devam eden sürecin genel özelliklerini aktardı.

“Tarihsel sosyoloji niçin gereklidir?” sorusu üzerinde durarak konuşmasına devam eden Ardıç, toplumsal değişim ve failiyeti anlamanın önemi üzerinde durdu. Ardıç, “sosyoloji ve tarihin iç içe geçerek birlikte yol almasının temel nedeni toplumsal değişimi anlamaktır” dedi. İlk çalışmaların modern devletin nasıl ortaya çıktığını anlamaya yöneldiğini dile getiren Ardıç, sosyal değişime ilginin zamanla kaybolduğunu ve bu nedenle sosyologların a-historik sosyoloji yapmaya başladıklarını, tarihçilerin ise a-sosyolojik bir temelde devam ettiklerini ifade etti. “Veri deposu”, “veri madenciliği” ve “veri pozitivizmi” gibi dikkate değer konulara değinen Ardıç, olumsallık ve sahte zorunluluk hususunda önemli bir değerlendirmede bulunarak şunları söyledi: “Sosyal değişim dediğimiz yavaştır. Kısa dönemli bir periyoda odaklandığımızda bunu görebilmemiz mümkün olmaz. Yalnızca bugüne odaklandığımızda da görebilmemiz mümkün değildir. Tarihle sahici bir ilişki kurmayan sosyologlara göre tarihte gerçekleşmiş olaylar, olması gereken olaylardır. Malumunuz literatürde buna sahte zorunluluk problemi deniliyor. Ne olmuşsa zaten olmalıydı görüşüne tarihsel sosyoloji farklı bir görüş getiriyor. Bir şey olmuşsa olmak zorunda değildi düşüncesini getiriyor. Tarih, farklı yönlere akabilirdi. Bu şekilde oluşması mücadelelerin, iktidar ilişkilerinin bir sonucudur. Bugünkü konfigürasyonların yerine başka gerçeklikler de olabilirdi. Dolayısıyla mevcut örüntüler tarihseldir, değiştirilebilir.”

“Osmanlı-Türkiye modernleşme serüvenine baktığımızda, bu problemi görebiliyoruz” diyerek sözlerini sürdüren Ardıç, şöyle devam etti: “Birçok sosyolog, yaşadığımız modernleşme tecrübesinin olabilecek tek ihtimal olduğunu ve olayların kaçınılmaz olduğunu varsayarak hareket ediyor. Tarihsel sosyolojinin bu anlamda bize öğrettiği şey,  bugünkü mevcut şartlar tarihin ürünü olduğu için aslında olmak zorunda değildi. Farklı türlü de olabilirdi. Bu açıdan tarihe bakarsak anakronizm ve teleoloji problemine düşmekten kurtulabiliriz”. Ardıç, tarihsel sosyoloji çalışmalarının gerekliliğinin diğer nedenleri olarak kavramların da tarihsellik göstermesinden, işlevselciliğe yönelik tepkilerden, tarihin veri deposu olmadığı düşüncesinden bahsederek konuşmasını tamamladı.

Aynı zamanda DÜSAM Youtube kanalında yayınlanan “Ne ‘Kör Tarihçi’ Ne de ‘Sağır Sosyolog’: Tarihsel Sosyoloji Bize Ne Söyler?” başlıklı konuşma, dinleyenlerin aktif katılımı, soru ve katkılarıyla sona erdi.

Kaçıranlar, linki tıklayarak Youtube kanalımızdan programı izleyebilirler.

Öğrenci Destek Hattı