Peyami Safa Gülay: “Felsefe, kendisiyle ilgilenen kişiye dünyanın anahtarını sunan, hakikati gösteren bir şey değildir”

Düşünce ve Sanat Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (DÜSAM), Öteki Buluşmalar dizisi kapsamında 20 Şubat 2024 tarihinde Samsun Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Dr. Peyami Safa Gülay’ı ağırladı. Vefa Kaya’nın moderatörlüğünde gerçekleşen “Batı Fikrinin Krizi: Değil-Felsefe” başlıklı programda Wittgenstein ve Derrida’nın felsefe yapma biçimleri ve Batı metafiziğine yönelik eleştirileri ele alındı.

Konuşmasına “değil-felsefe” kavramını izah ederek başlayan Gülay, söz konusu kavramın Batı’nın krizine işaret ettiğini, bu kriz düşüncesinin de, daha eskilere götürmek mümkün olmakla birlikte, ilk olarak Edmund Husserl ile başlatılabileceğini söyledi. Bu kriz düşüncesinin oksidentalist bir boyutu olmadığını, bizzat Avrupa’yı hegemonik kültür olarak çok önemseyen Batılı filozoflar tarafından dile getirildiğini ifade eden Gülay, 20. yüzyıla gelindiğinde Batı’nın beş yüz yıllık dünyayı düşünme ve anlama biçiminin çöküşünün Birinci Dünya Savaşı ile bariz bir biçimde görüldüğünü vurguladı. Çağdaş Batı felsefesinin önemli isimleri olan Wittgenstein ve Derrida’nın Batılı gibi düşünme, Batılı gibi yapma, Batılı gibi davranma, ilişkilerini Batılı gibi kurma motivasyonunun ve bunun sonuçlarının çöküşüne işaret ettiklerini ifade eden Gülay, ancak günümüzde sanki hiç böyle bir şey gerçekleşmemiş gibi düşünmeye, anlamaya ve akademik üretim yapmaya devam edildiğini vurguladı.

Klasik felsefenin kendine has bir icra edilme biçimi olduğunu hatırlatan Gülay, böyle ifade edildiğinde çok soyut ve anlaşılmaz hususlarmış gibi düşünülebileceğini belirterek meselenin somutlaşması açısından Derrida’nın ‘ikili karşıtlıklar mantığı’ diye ifade ettiği hususu açıkladı: “Dekonstrüksiyon denilen o popüler kavramın, yapısöküm kavramının yöneldiği problem ikili karşıtlıklar mantığıdır. Nedir bu problem? Dünyayı biz bugün hâlâ ikili karşıtlıklar üzerinden anlıyoruz. Kadın ile erkeği birbirlerinden farklı şeyler olarak değil de birbirlerine karşıt şeyler olarak konumlandırdığınızda doğal bir hiyerarşi ortaya çıkıyor. Ya kadının ya erkeğin daha üstün olduğunu düşünme eğilimi gösteriyorsunuz. Aynı şey siyah tenli insanlarla beyaz tenli insanlar için de geçerli. Aynı şey Avrupa ile Avrupa’nın dışı için de geçerli. Eğer bunlar birbirlerine karşıt şeyler ise, birinin daha iyi, daha makbul, daha güzel olması gerekir. İnsan bunu kasten yapmaz diyor Derrida. İnsan böyle düşünmeye alıştırılmıştır. Alıştıran şey işte Batı metafiziğidir.”

Felsefenin başlangıcı problemine değinen Gülay, klasik felsefe tarihyazımında felsefenin milattan önce 6. yüzyılda Yunan filozoflar ile başlatıldığını ancak bu filozofların İzmir ve Aydın kıyılarında yaşadığının bilinmediğini ifade ederek Derrida’nın bu durumu ‘beyaz mitoloji’ kavramıyla izah ettiğini vurguladı. Beyaz mitoloji kavramının Batı’nın kendisinin dışında kalan her şeyden daha iyi, daha makbul olduğuna dair bir metafizik üretildiği anlamına geldiğini ifade eden Gülay, böylece Batı’nın tartışılmaz bir hegemonya inşa ettiğini ve bunun da anlamanın önünde en önemli engel olarak durduğunu ifade etti. Bu bağlamda Batı düşüncesinde 19. yüzyıldan itibaren ciddiye alınabilecek tüm önemli isimlerin düşüncelerini Batı fikrine yönelttiğini belirtti.

Derrida ve Wittgenstein’ın felsefeye yaklaşım biçimlerinin oldukça orijinal bir nitelik taşıdığını ifade eden Gülay, Marx’ın meşhur ifadesi olan ‘filozoflar dünyayı yorumlamışlardır; aslolan onu değiştirmektir’ sözünün çok zayıf bir argümana sahip olduğunu belirterek Wittgenstein’ın ‘felsefe her şeyi olduğu gibi bırakır’ sözünün felsefenin durumuna ilişkin çok önemli bir ifade olduğunu vurguladı. Felsefenin hakikati verecek, dünyanın anahtarını kendisiyle ilgilenen kişiye sunacak bir şey olmadığını belirten Gülay, Wittgenstein’ın felsefeyi yalnızca varılması yere giderken kullanılan bir merdiven olarak düşündüğünü ifade etti. Wittgenstein’a göre varılması gereken yere ulaşıldığında ise merdiveni devirmek gerektiğini çünkü artık felsefeyle bir işimizin kalmadığı vurgulanarak Wittgenstein’ın felsefe tarihine malolmuş ‘üzerinde konuşulamayan konusunda susmak gerekir’ sözünün böyle bir bağlam içerisinde anlaşılabileceği ifade edildi. Bu sözünün din, sanat ve ahlak alanlarında olgusallık kriterlerinin aranmaması gerektiği anlamına geldiğini ifade eden Gülay, bu nedenle bu alanların felsefi terminoloji anlamında ‘hakkında konuşulamaz’ bir mahiyet taşıdığını vurguladı.

Derrida’nın felsefe-edebiyat ilişkisi bağlamında Batı metafiziğinde yerleşik olarak var olan hakikati temsil eden, edebiyattan kendisini ayrıştırarak temayüz eden bir felsefe anlayışı ile onu taklit eden, felsefenin düşüncelerini kitlelere aktaran ve onu anlaşılır kılan ikincil bir hareket olarak edebiyat anlayışlarının yapısökümünü yaptığını ifade eden Gülay, Derrida’nın bu ayrımı oldukça problemli bir hale getirdiğini vurguladı. Bu bağlamda felsefe icra edilirken her daim edebiyatın ona musallat olduğu, felsefenin daima edebiyata müracaat ettiği, bunun da en bariz göstergesi olarak felsefenin metafor kullanımından hiçbir şekilde kaçınamadığı ifade edildi.

Son olarak Derrida’nın Hz. İbrahim ile oğlu arasında geçen kurban kıssasını okuma biçiminin Derrida düşüncesine sadık kalarak bir eleştirisini yapan Gülay, Derrida’nın Kierkegaard’tan farklı olarak kıssayı üç İbrahimi din için de genelleyici çıkarımlarda bulunduğunu, ancak bunu yaparken kıssanın İslâm’daki farkını gözetmediğini ve böylece ömrünü adadığı ‘fark’ düşüncesine ihanet etmiş olduğunu vurguladı. Wittgenstein’ın ise Gazzali’nin nedensellik tartışması bağlamında sunduğu argümanları aynı şekilde savunduğunu ifade eden Gülay, ikisinin de nedensellik bağını farklı gerekçelerle ancak aynı argümanlarla reddetmiş olduğunu vurguladı.

Canik Kampüsü Cep Sineması Salonunda gerçekleşen konuşma, katılımcıların aktif soru ve katkılarıyla sona erdi.

 

22 Şubat 2024
Öğrenci Destek Hattı